Kayıtlar

Bira Günlüğü

   Öncelikle merhaba, sözü fazla uzatmadan bira günlüğümü açıklayıp incelemeye geçeceğim. Olay şu: Bira içmeyi seviyorum, sık sık bira içiyorum. Hazır bu konuda körpeyken, bira zevkim tam yerine oturmamışken içebildiğim kadar farklı türde bira içeyim, içinde bulunduğum durumla birlikte biranın bana hissettirdiklerini ve bira hakkındaki düşüncelerimi yazayım dedim. Kötü mü ettim? Bence etmedim. Ha, her bira içtiğimde farklı tür içmiyorum, yeni bir bira denediğimde buraya yazıyorum. Twitter'da da fotoğraf veya not kısmı olmadan sadece bilgileri yazıp paylaşacağım. Yeniden hoşgeldiniz, iyi okumalar. (Yayını her güncellediğimde blogumda öne çıkar mı bilmiyorum, tam çözemedim. Buraya her yazdığımda da Twitter'a atmayı düşünmüyorum, o yüzden arada sırada kontrol edebilirsiniz.)

Kiraz Çiçekleri

Resim
   Masanın üstünde tabak, tabağın içinde kiraz çiçekleri. Biraz fazla büyümüşler gerçi. Al al olmuşlar önce, sulanmışlar, tatlanmışlar. Sonra koparmış bir mevsimlik işçi, alnında boncuk boncuk terleriyle. Aklında sevdiğiyle, elinde kiraz dolu sepetlerle yürümüş de yürümüş. Gün doğarken toplamaya başladığı kirazların parasını, emeğinin karşılığını güneş batarken almış, hala aklında sevdiği ve ona alacağı gül demeti.        Kasa kasa kirazlar tozlu yollarda ilerlemişler sonra, çamurlu kamyonetin arkasında. Yanlarına da iki çocuk oturtmuşlar, öne sığmayan, yol boyunca birbirine bakan, bir kız bir erkek çocuğu. Sevdiği türkü çıkınca radyoda, açmış sesini şoför, aklında yitip giden gençliği, bir türlü kavuşamadığı eski sevgilisi. Sonra yanında oturan karısına bakmış, ilk defa düğün günü gördüğü, kendinden 7 yaş küçük, 25 yaşında üç çocuk anası karısına. Salıncakta sallanacak yaşta beşikte çocuk sallamış, gençliğini yaşayamamış karısına.        Büyük şemsiyelerin arasından sızan ışık huzmele

Sabahın Işıkları

Sabahın ışığı öldürdü umutlarımı Sol yanımı deldi doğan güneş, acıdı Topladım hepsini, kokmaya başlamış cesetlerini Yatıyorlar şimdi karanlık çekmecenin köşesinde Limana varamamış ölü şiirlerim gibi Özgürlüklerine kavuşmak için, yakılmayı bekliyorlar belki de Ben gelemedim, sen ölmedin Gidenler de hiç geri gelmedi Ne dinleyecek ne anlayacak sabır kaldı, tükendik Sevda zamanı da dönmek zamanı da değil demek ki Kapındaydım da, giremedim içeri efendim.

Öyle.

Resim
   Ayla Dikmen; "Dilerim ki mutlu ol, sevgilim / Ben olmasam bile, hayat gülsün sana." diyor. Sonra Müslüm Gürses sesleniyor yandan, "Kal, gittiğin yerde mutlu ol / Ya da gel kalbimde tahta sahip ol / Senin gülen yüzüne kurban bu serseri kalbim / Ama karar ver tutamıyorum zamanı." diye. Söz yazarları kimdir bilmiyorum ama iki sanatçı o duyguyu o kadar güzel veriyor ki. Çaresizliğin duygusunu, saygının ve saygıdan da büyük bir sevginin oluşturduğu düşünceleri.. İstiyorsun ama bir şey yapamıyorsun. Sen olmasan da mutlu olsun istiyorsun, karşılıksız olsa bile seviyorsun. Hani Zülfü Livaneli diyor ya "... benim şu sevmeye kıyamadığım" diye. Gecenin köründe her şeyden fazla seversin, ama sevemezsin de. "Sevmeye kıyamazsın" o sözlerle. Her şeyi yaparsın ama ona kıyamazsın, onu yapamazsın. Hatta gelin size bugünümü anlatayım, yine içimden geldi, istediğimi yapıyorum.   Sabah kalktım, bok gibiydim. Bok çuvalı gibi, böyle yerde yatıp hiçbir şey yapmayasım

Ahlat Ağacı

Resim
      ''...aşklar, sarhoşluklar, yağmurun altında ıslanmalar... Mesela şimdi bir yağmur bastırsa birden bizi ıslatsa, sonra da bir yıldırım düşüp bizi öldürse ne güzel olur.'' diyor Hazar Ergüçlü, 30. dakikasında Ahlat Ağacı'nın. Ne güzel değil mi, sevdiğinle birlikte ıslanmak, sarhoşluk... Sevdiğinle birlikte olmak bile bu dünyada yapabileceğin en güzel ve en zor şeylerden biriyken, sevdiğinle birlikteyken aniden ve acısız ölmek? Sadece hayal olarak kalır, bir filmde veya bu satırlarda.        Sonra Serkan Keskin başka bir sahnede, ''... ama sen bu dediğimi henüz anlayamazsın, yaşın müsait değil de ondan. Yaşın ilerledikçe senin bile, bu mektup gibi dünyayı kendi anlamına zorlamaya çalışan bu tarz romantik atılganlıkları, yüreğin gençliğinden gelen toy aşırılıklar olarak görmeye başlayacağını biliyorum da ondan. O mektuba kötü demiyorum tabi, yanlış anlama. Taşranın derinliğinden merkeze ulaşmayı başarmış ateşli bir çığlık olduğunu da kabul ediyorum. Ama yi

TÜFEK

 Gözlerini açtı. Karanlık. Televizyonun üzerindeki kırmızı noktayı görünce salonda olduğunu  anladı. Bu ıslaklık, yine ağzı akmıştı, aylardır kılıfını değiştirmediği pembe yastığının  üzerindeki beyaz lekelere bir yenisi eklenmiş oldu. Devrik bira şişelerinin olduğu sehpanın  üzerindeki el fenerini alıp tuvalete girdi. İşerken bir daha düşündü, neden tüm bunlara  katlandığını. Yıllardır kendini iyi hissetmiyordu ama bir şekilde hayatını sürdürüyordu,  sürdürmek denirse. Her sabah kısık sesli hayvan belgeseli ve kafasındaki intihar  senaryolarıyla uyuyordu. Birisi kafasına silah dayasa tetiği kendi çekecek durumdaydı,  yıllardır. Evin bütün pencereleri koli bandıyla kapatılmıştı, evdeki tek ışık kaynağı el feneri ve  televizyondu, yıllardır ışığını sevmediği için ocağı bile yakmamıştı. Sebebini hatırlamaya  çalıştı, hatırlayamadı. Uzun zamandır bir şeyleri hatırlamakta zorlanıyordu. Yeniden düşündü,  bir doktora görünmeliydi ve yeniden kendini yanıtladı, doktorlar gece çalışmıyordu, o i