Ahlat Ağacı
''...aşklar, sarhoşluklar, yağmurun altında ıslanmalar... Mesela şimdi bir yağmur bastırsa birden bizi ıslatsa, sonra da bir yıldırım düşüp bizi öldürse ne güzel olur.'' diyor Hazar Ergüçlü, 30. dakikasında Ahlat Ağacı'nın. Ne güzel değil mi, sevdiğinle birlikte ıslanmak, sarhoşluk... Sevdiğinle birlikte olmak bile bu dünyada yapabileceğin en güzel ve en zor şeylerden biriyken, sevdiğinle birlikteyken aniden ve acısız ölmek? Sadece hayal olarak kalır, bir filmde veya bu satırlarda.
Sonra Serkan Keskin başka bir sahnede, ''... ama sen bu dediğimi henüz anlayamazsın, yaşın müsait değil de ondan. Yaşın ilerledikçe senin bile, bu mektup gibi dünyayı kendi anlamına zorlamaya çalışan bu tarz romantik atılganlıkları, yüreğin gençliğinden gelen toy aşırılıklar olarak görmeye başlayacağını biliyorum da ondan. O mektuba kötü demiyorum tabi, yanlış anlama. Taşranın derinliğinden merkeze ulaşmayı başarmış ateşli bir çığlık olduğunu da kabul ediyorum. Ama yine de onun midemi bulandıracak kadar duygusal ve haddinden fazla romantik bulduğumu söylemeden geçmem mümkün değil kusura bakma. Yanıma gelmenden kısa bir süre sonra senin de iflah olmaz bir romantik ve epey de saplantılı bir genç olduğunu anlamadım sanma. Ama yine de, yine de gördüğün gibi... Ama yine de gördüğün gibi kalkıp gitmedim, seni başımdan savmadım, içindekileri ortaya dökmeni bekledim. İğnelerine, dokundurmalarına efendice, sabırla cevap verdim. Ama bi artık müsaade et de evime gideyim ya. Ha, olur mu? Evime gideyim de böyle inleyerek ayaklarımı tuzlu suya falan sokayım. Niye biliyor musun, niye biliyor musun? Çünkü son yarım saattir varlığını üzerime dayatan tek bir gerçek var, o da ne biliyor musun? Bacaklarımı lime lime doğrayan müzmin bir sızıyla, boynumda başlayıp yukarı tırmanan ve şiddetli bir baş ağrısına dönüşmek için fırsat kollayan sinsi bir tutulmadan başka bir şey de değil ha. Ve öyle olunca da n'oluyor biliyor musun genç dostum? Edebiyatın merkeziymiş taşrasıymış, kalemin kağıda değdiği yermiş, şuymuş buymuş. Hiç mi hiç umrumda olmuyor. İşte sizin toy kafanızın anlayamadığı şey de bu: Hayatta sadece tek bir gerçek yok! Edebiyatmış, başarıymış, al hepsi senin olsun. Tepe tepe kullan. Şu anda nobel verseler gidip almam, bilmem anlatabildim mi. O yüzden genç dostum, bana müsaade.'' diyor, aynı filmin 72. dakikasında. Sinemada izlediğimde bu kadar dokunmamıştı bu tirat, bu sözler. Bugün ikinci kez izleyişimdeyse, bir kamyon gibi çarptı İsmail Abi'nin sözleri. Sanki bu sözler Sinan'a değil de, doğrudan bana söylenmiş gibi hissettim. Akşam vakti sokak lambasının altında yüzüme vuracak bu sözleri hayal ettim. Çok acı verdi, öyle bir şey olsa gerçek manada kahrolurum. Düşünüyorum, cidden bu kadar rahatsız edici mi benim de hissettiklerim, veya davranışlarım. Mide bulandıracak kadar duygusal ve haddinden fazla romantik mi veya? Sanırım değil, kendime bu kadar haksızlık edemeyeceğim ben de. Ne yani, ne zamandan beri mide bulandırıcı, hatta yanlış ve kınanacak şeyler oldu masum hisler? Neyse, isyan etmenin ne yeri ne sırası.
Filmde tek bir müzik vardı, Bach'ın muhteşem bir eseri: Passacaglia and Fugue. Garip ama Onur Ünlü'nün Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde çalan ''Mreyte Ya Mreyte'' şarkısına benzettiğim için her çaldığında karmaşık duygular yaşattı bu eser bana. İkisini de dinlemenizi tavsiye ederim.
Serkan keskin'in tiradını ne kadar beğendiğimi bir kere daha dile getirme ihtiyacı duyuyorum. Herkese yağmurun altında sevdikleriyle ıslanmalar ve bir yıldırım düşmesiyle acısız ve kesin bir ölüm diliyorum. Ve her zamanki gibi, sağlıcakla kalmanızın benim için yapabileceğiniz en büyük iyiliklerden olduğunu bilmenizi istiyorum...