TÜFEK
Gözlerini açtı. Karanlık. Televizyonun üzerindeki kırmızı noktayı görünce salonda olduğunu
anladı. Bu ıslaklık, yine ağzı akmıştı, aylardır kılıfını değiştirmediği pembe yastığının
üzerindeki beyaz lekelere bir yenisi eklenmiş oldu. Devrik bira şişelerinin olduğu sehpanın
üzerindeki el fenerini alıp tuvalete girdi. İşerken bir daha düşündü, neden tüm bunlara
katlandığını. Yıllardır kendini iyi hissetmiyordu ama bir şekilde hayatını sürdürüyordu,
sürdürmek denirse. Her sabah kısık sesli hayvan belgeseli ve kafasındaki intihar
senaryolarıyla uyuyordu. Birisi kafasına silah dayasa tetiği kendi çekecek durumdaydı,
yıllardır. Evin bütün pencereleri koli bandıyla kapatılmıştı, evdeki tek ışık kaynağı el feneri ve
televizyondu, yıllardır ışığını sevmediği için ocağı bile yakmamıştı. Sebebini hatırlamaya
çalıştı, hatırlayamadı. Uzun zamandır bir şeyleri hatırlamakta zorlanıyordu. Yeniden düşündü,
bir doktora görünmeliydi ve yeniden kendini yanıtladı, doktorlar gece çalışmıyordu, o ise
sadece geceleri ayaktaydı. Yarın yine kendi kendine düşünecek ve kendini yanıtlayacaktı,
yarın hayatta olursa.
O meşhur sallama hareketini yaptıktan sonra elini yüzünü yıkamadan mutfağa yöneldi. O
lavaboda elini yıkasa daha çok kirleneceğini biliyordu, o musluktan çamur bile akabilirdi. Bir
anda eski evini düşündü, her hafta yıkanan banyoyu, bembeyaz parlayan lavaboyu. Tek derdi
diş fırçalarıyla tarakların yan yana konmasıydı. Tarakların üzerindeki uzun yağlı saçları
hatırlayınca kendine yeniden hak verdi, ama o banyoyu bu bok çukuruna kesinlikle tercih
ederdi. Sonra annesiyle ettiği kavgalar aklında geldi, içerikleri hatırlamıyordu ama bir şey
kafasında çok netti. Ne zaman annesiyle kavga etse, annesi kafasına tüfek dayardı, hayalinde.
Bu hayali ilk ne zaman kurduğunu hatırlıyordu. Bir sabah yine annesiyle tartışıp tarlaya
işeyeceğini söyleyerek kapıdan çıkmıştı. Ayakkabısının tekini giydiği üç saniye içinde annesi
dolabın üstünden tüfeği alıp gelmişti ve tüfeğin namlusu ayakkabısını giymiş olan gence
bakıyordu. Bütün bunlardan sıkıldığını fark ettiği anda sağ eliyle namluyu tutup kendi alnına
bastırdı ve sol eliyle tetiği kendisi çekti. Yere ilk değen beyninin parçaları oldu, sonra tüfek,
sonra annesinin dizleri. Ablası bağırarak geldi hıçkırıklara boğuldu. Babasının nasıl tepki
vereceğini hayal edemedi. Komşuların kusmukları birer birer apartman boşluğuna
düşüyordu. İşte o zaman fark etmişti, daha ayakkabısının diğer tekini giymemişti. Ölmediğine
de üzülmüştü, hiç olmak ne rahattı oysa. Rahat bile diyemezsin, hiçbir şey diyemezsin, hiçliğe
hiç yakışır zaten. Hatırlamak istemediği anılardı bunlar, açıkçası hiçbir anısını hatırlamak
istemiyordu, hepsi birbirinden sıkıcı ve anlamsız geliyordu.
Lambaları özenle sökülmüş buzdolabından sertleşmiş kaşar peynirini ve dokununca dağılan
dilim ekmekleri çıkarttı. Tezgahın üstündeki tost makinesini açtı, her gün gördüğü aynı
görüntüyle yine karşılaştı: tost makinesinin paslanmış eklemleri ve şerit halindeki oluklardaki
donmuş yağlar. Neyse ki yemek hijyeni bu evde uzun zamandır yoktu, damak tadı dedikleri
şey gibi. Kestiği kaşarları özensizce ekmeklere dizdi, fazla olduğu bariz miktarda tereyağını
ekmeklere sürdü. On dakika sonra tostları hazırdı, keyifsizce yemeye koyuldu. Yerken baktığı
tek şey tezgahın üzerindeki siyah kutuydu, tuşları ve ekranı olan, istediğinde ışık üretebilen siyah kutu. Her akşam akşam heyecanlanıyordu dışarı çıkıp da içine bakmak için. İçeride
açamazdı çünkü, ışık. Ya içinden güneş çıkarsa, ne yapardı o zaman? Güneşin ışığı bu karanlık
bok çukurunda kirletilemeyecek kadar temiz ve narindi. Neden karanlık bir evde yaşadığını
hatırlar gibi oldu, çok düşündü ama aklına başka bir şey gelmedi. Sinir bozucu, bir daha
ölmek istedi.
Arkası ezilmiş ayakkabısını giydi. Apartmanın rutubet kokan koridorları, yanıp sönen
lambaları, ev sahipliği yaptığı ölü fareler. Evinden pek bir farkı yoktu aslında. Bu sabaha karşı
eve geldiğinde ev yerine bu koridorda yatmayı düşündü. Kenarda birikmiş farelerin arasına
kıvrılır uyurdu, akan çöp suyundan şilepe olmuş zeminde uyurdu, belki de çok telaşlı görünen
hamam böcekleriyle konuşmayı denerdi. Göründüğü üzere, çok hızlı bir hayatı vardı ve her
gün farklı şeyler denemeye bayılırdı. Her gün aynı şeyi denemeye de bayılırdı, her gün
başarısız olsa bile. Aptallığın tanımı da budur ya, büyük bir aptaldı o.
Yine yolu uzattı ve yine aynı sokakları geçti. Aynı yurdun yanından, aynı parkın yanından
geçti ve aynı evin önünde bir kez daha durdu. Önce kara kutuya bakma akıllılığını edemedi,
akıllılık etmezdi o, sadece aptallık. Akıllılık edecek olsaydı her gün aynı saatte gitmezdi o evin
önüne. Onu görmeye dair olan umudu yıllardır her gün azalıyordu ama umut her zaman vardı
ve vazgeçemiyordu. Bu yüzden yapabildiği tek şey aptallıktı, onu göremeyeceğini bilerek onu
görmeyi ummak. Korkunun yaptırdığı şeylerdi bunlar, onu görme ihtimalinin korkusunun. Ve
o gün de göremedi onu balkonda, pencerede, evin önünde, çatıda, herhangi bir yerde. Ölmek
istedi.
Önce bir ayağını öne attı, sonra diğerini, aynı şeyi farkında olmadan tekrarladı ve koyu mavi
sokaklardan geçti, pembe bulutların altından süzüldü. Siteye doğru gidiyordu yavaşça.
Marketleri geçti ve sağına baktı. Bir zamanlar orada büyükçe, yemyeşil bir tarla vardı.
Saatlerce uğraşıp çektiği o fotoğrafı hatırladı, ne kadar yardımcı olmuştu o tarla. Orayı
bulmak kolay olmamıştı. O uzun bina… Şimdi onlarcası uzanıyordu göğe doğru. Ölmek istedi,
yine ölemedi. İstikrarlı bir şekilde ilerliyordu ama istikrarı kendisinden değildi. Nereden
geliyordu bu istikrar? Bilemedi, bilmek de istemedi.
Sonunda geldi her gece geldiği yere. Şehrin en ıssız parkı. Günde en fazla on kişi geliyordu
bu parka, ayak izlerinden anlamıştı, çünkü gece hiç kimse gelmezdi buraya, ondan başka. En
ıssız yerine geçti parkın, ayrıca en güzel yerine. Görünmez ama görürdü buradan, kediler gibi.
Önünde dağlar, dağlarından üstünden yavaş yavaş çıkan yıldızları izledi yine. Sonra kara
kutuyu açtı, onu görmeyi umarak, ondan gelecek bir mesajı bekleyerek. Binlerce, on binlerce
mesaj vardı, açılmamış. Ne kadar popüler olduğunu düşünerek sırıttı. Nadir bir şeydi bu, gün
içinde güldüğü veya sırıttığı çok az olurdu. En güncel mesaj üç yıl öncesindendi ve içeriğini
bilmiyordu. Hiçbirinin içeriğini bilmiyordu, en ufak da ilgisini çekmiyordu. Yıllardır ondan
gelmeyen hiçbir mesaja bakmamış, aramaya cevap vermemişti; ondan da herhangi bir mesaj
veya arama gelmemişti. Bir daha bildirimlere ve yine ölmek istedi, her günkü gibi. Arkasına
yaslandı ve yıldızlara daldı, aklından başka bir intihar senaryosu geçti. Gözleri hafiften kapanıyordu, esnedi. Ne güzeldi bu dağlar, kim bilir hangi hayvanlara yuva olmuştu, hangi
aşklara mezar…
Uykuyla uyanıklığın arasında gidip gelirken, aptal aklına hiç de aptalca olmayan bir fikir
geldi. Ne sebep olmuştu bu fikre, ne olmuştu da yıllarca bozmadığı rutininden şimdi
vazgeçecekti? Hiçbir şey bilmiyordu, yine de ayağa kalktı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Geldiği yolları, geçtiği tarlaları yeniden yürüdü. İçinde anlaşılmaz bir umut vardı,
anlaşılmayan şeylere karşı koyamamak da onun en belirgin özelliklerinden biriydi zaten.
Caddenin en üstüne vardığında etrafta hiç kimse yoktu. Aynı apartmana yine baktı, uzaktan.
Saniyeler akarken bir umudunun daha söndüğünü hissedebiliyordu. İntihar senaryolarıyla
dolup taşan evine dönmeye hazırlanırken bir kapının açılma sesi geldi. Bilinçsizce kafasını
çevirdi, bilinçsizce gördü onu ne tonlarca anı belirdi kafasında, bilinçsizce. O saçı hatırladı, o
gülüşü hatırladı ve yeniden gençliğindeydi. Yıllardır beklediği an sonunda beklemediği bi
şekilde gelmişti ve o ne yapacağını bilmiyordu. Gidip konuşmayı her şeyden fazla istiyordu
ama bu imkansızdı. Yıllardır saç sakal tıraşı olmayı bırak, aynada kendine bile bakmamıştı.
Kim bilir kokusu hangi çürük meyvenin kokusuna benziyordu. Gecenin bu saatinde yanına
gitmesi halinde çantasından çıkacak olan biber gazının görüntüsünü hayal edebiliyordu. Onu
takip etmeye karar verdi, bugün bir şey öğrenemezse yarın da bu saatte burada olacaktı,
sonraki gün de ve ondan sonraki gün de.
Caddeler yürüdü, sokaklar geçti. Nerelerden geçtiğini, nereye gittiğini bilmiyordu. Baktığı
tek şey onun saçı, gördüğü tek şeyse o güzel geçlik yıllarıydı. Onun her adım atışında
dalgalanan, dans eden saçları farklı bir anıyı getiriyordu aklına. Yaşananları da
yaşanmayanları da, zira yaşanmayanlar çok daha fazlaydı, hayal olanlar. Nerede olduğunu
saçlar dans etmeyi kestiğinde anladı. Tek bakış yetti, göz ucuyla bile görse tanırdı burayı, o
koli bandıyla kapatılmış pencereleri, yerlerde yatan ölü fareleri, kendi bok çukurunu. Anlam
veremiyordu olan bitlene. O ıssız parkta kendi hayatına nasıl kıyacağının hayalini kurarken,
sevdiği kız evinin önünde hıçkırıklara mı boğuluyordu, şimdi olduğu gibi. Yıllardan beri
katlanamadığı tek şeydi onun üzülmesi, şimdi de tahammülü kalmamıştı. Saklandığı
karanlıktan çıkıp ona doğru yürümeye başladı, kokusu veya görüntüsü umurunda değildi.
Onu bir saniye daha üzgün görmeyi kaldıramayacağını biliyordu. Kendisi varamadan ayak
sesleri ele verdi kendini, başını çevirmiş ve gözlerini gözlerine kenetlemişti. Yıllar önceki
gözlerin tıpatıp aynısıydı. Yanına gitti ve omzuna elini koydu, ‘’her şey geçti’’ dercesine.
Gözleri bir pınardı, gözlerini o gözlerden ayırması imkansız geliyordu ama bir anlığına kırptı
gözlerini.
Gözünü açtığında şehrin en ıssız parkının en ıssız köşesinde, sırtını yaslamış bir şekle yıldızlara
baktığını fark etti. Birçok şeyi hatırlamaya başladı, her gün olduğu gibi. Neden hiçbir gün ona
rastlamadığını, yıllar önce bu şehirden gitmiş olduğunu. Neden bu parka geldiğini hatırladı
sonra, bu parkta ne kadar kolay hayallere dalıp gittiğini. Yarın bunların hiçbirini
hatırlamayacağını hatırladı, cidden bir doktora görünmeliydi. Yeniden binlerce kez ölmek
istedi ve eve gitmesi gerektiğini hatırladı. Gün ağarıyordu ve o doğrudan güneşe değemezdi. Güneşin o temiz ve narin ışığının onun kirli bedenine değmesinin güneşe hakaret olduğunu
düşünürdü, gençliğinden kalma bir alışkanlıktı bu.
Koyu mavi sokakları yeniden geçti, ama yolu uzatmadı bu sefer. Eve dönüş yolunda
uzatmazdı asla yolunu, hatırlardı çünkü onun gittiğini. Apartmanın rutubetli koridorlarından
geçerken ölü farelere bir dahaki sefer için söz verdi, onlarla yatmayı çok istiyordu, onlar gibi
ölü. İçerideki biraları ve çöpleri koridora fırlattı, çöpler havada süzülürken koridorun
kenarından akan çöp suyunun nedenini de hatırladı. Televizyonu açıp karşısına geçti ve bir
zamanlar pembe olan yastığın artık bembeyaz olduğunu fark etti, kaç yüz gündür aynı
döngünün devam ettiğini hatırladı.
Yastığa kafasını koydu ve son bir şeyi hatırladı. Gün içindeki ikinci gülüşü bundan
kaynaklanıyordu işte, dolabın üstünde de tüfek yoktu zaten.
-SON-